Dönemin Cumhurbaşkanı ismet İnönü’nün kararıyla II. Dünya Savaşı’na girmeyen fakat buna rağmen sonuçlarını ağır bir şekilde yaşayan 1940’lar Türkiye’sinde çocuk olmak… Ekmek karnesi, karartma günleri, sığınaklar…
II. Dünya Savaşı Avrupa’da yıkımlara, değişimlere yol açmış, imparatorluklar çökmüş, ülkelerin yeni sınırları çizilmiş; bununla kalmamış çoğu seçimle gelen diktatörler ortaya çıkmıştı. Bu arada onları seçenlerin, ileriyi göremeyerek, tarihten ders almayarak basiretlerinin nasıl bağlandığını söylemek yerinde olacaktır. Avrupa’daki değişimler siyasi, askerî, ekonomik ve toplumsal sorunları da beraberlerinde getirmişti.
II. Dünya Savaşı’nın en şiddetli ve acımasız günlerine tanıklığımın şansım olup olmadığını çoğu kez düşünmüşümdür. Savaş yıllarının çekilen acıları, sıkıntıları ve o günlerin diplomasisi çocukluk belleğime yerleşmiştir.
Türkiye İsmet İnönü’nün basiretli politikasıyla savaşa girmemişti. Ancak savaş Trakya sınırımıza dayanmıştı. Her an Alman saldırısı bekleniyordu. O günün zor şartlarına rağmen Türkiye olası bir saldırıya karşı hazırlıklıydı.
Almanların olası saldırısına karşı hükûmet birtakım önlemler almıştı. Herkesin evinin önünde sığınaklar yapmasına karar verilmiş, onu karartma günleri izlemişti. Kamuya ait binalarla özel kurumların ve evlerin bodrum katları sığınağa dönüştürülmüştü. Ev ve bahçelere sığınak yapılması zorunlu olunca; babam bizim köşkün önündeki yere yaklaşık iki metre yüksekliğinde bir sığınak kazdırmıştı. Sığınakların üzeri kalaslarla kapatılacak, içerisine de oturma sıraları yerleştirilecekti. Bu sırada “sığınakçı” diye bağıran, elleri kazma ve kürekli birtakım insanlar şehirde dolaşmaya başlamıştı.
İstanbul’un karartma günlerinde şehir sessizliğe bürünürdü. Evlerin pencereleri siyah muşamba perdelerle kapatılır, dışarıya ışık sızması önlenirdi. Buna rağmen ışık sızacak olursa sokakları dolaşan bekçiler kapıları çalarak ikaz ederdi. Gökyüzü ışıldaklarla sürekli taranır ve yabancı bir uçağın gelip gelmediği izlenirdi.
II. Dünya Savaşı günlerini yaşayan kuşaklar veya bu konuda yazılanları okumuş olanlar, sonraki yıllarda siyaset malzemesi yapılan ekmek karnesini bilirler. Türkiye savaşa girme durumunda büyük bir orduyu beslemek zorundaydı. Bunun için de bazı kısıtlamalara gidilmesi savaşan ülkelerdeki gibi zorunlu olmuştu. Ekmeğin kişi başına kaç gram verildiğini şimdi hatırlamıyorum; bildiğim, bir gün biraz daha fazla, bir gün daha azdı. Bunun için de bugün aç, bugün tok günü denirdi. Ekmek karnesinin yanı sıra patiska gibi bezler de karneyle alınıyordu. Küçük yaşta olmama rağmen benim nüfus kâğıdımda da ekmek ve patiska almaya hak kazandığımı gösteren damgalar vardır. Yıllar sonra nüfus cüzdanlarının değiştirilmesi sırasında tarihî bir belge olarak onu teslim etmemiştim.
Şimdi düşünüyorum da Türkiye’de o zor günlerde iyi ki maceracı politikacılar ve askerler yokmuş… Gerçekten büyük bir tehlike atlatmışız. Türkiye Avrupa’yı ele geçiren, büyük bir askerî gücü olan Almanlara karşı savaşabilir miydi?
Hiç sanmıyorum…
Atatürk’ün, “Harp zorunlu ve kaçınılmaz olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeyle karşı karşıya kalmadıkça harp bir cinayettir” sözü hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır.