Günün mihnet (zahmet, eziyet) ve işle yüklü ezici saatleri, bizi çok defa etrafımıza karşı alakasız ve bizim için çalışanlara ihmâlkâr olmaya teşvik ediyor. Dârülfünûn Meydanı’nda yükselen yangın kulesinin sancak katında, şiddetli, mağrur ve haşin bir rüzgârın altında bunları düşünüyordum. Kulenin bu son ve en yüksek kısmından şehrin en uzak semtleri de görünüyor: Bu kısım; sancak katı, sancak direğinin dikili bulunduğu kattır. Buradan İstanbul ve civarı, aşağı kademelerde olduğu gibi, pencerelerden bakılarak değil, etrafa çevrilen demir parmaklığın önünde dolaşılarak doğrudan doğruya temaşa edilir.
Ta ileride, Küçükçekmece sırtları görünüyor; solda Marmara’nın ufukla nihayetlenen bir kısmı var; bir sis ve duman yığını halinde Mudanya sahilleri, Bursa dağları, İzmit Körfezi’nin bir parçası, Bozburun, Tuzla fark ediliyor. Dönmeye devam ediyorum. Bostancı’dan Çengelköyü’ne kadar uzanan Anadolu sahilinin arkasında bazen dağlar ve ekseriya yeşil tepecikler yükseliyor. Boğaz’ın Kuleli Mektebi’nin kurulduğu koya müntehi (sonundaki) olan kısmı, ılık bahar güneşinin huzmeleri altında baygın, uzanıyor. Kuruçeşme sırtları, Zincirlikuyu, beride Kâğıthane, daha solda Metris Çiftliği, Maltepe Hastanesi, Halkalı sırlanıyor, nihayet insanın bakışı tekrar Küçükçekmece sırtlarına ulaşıyor. Bazen dağları, kısmen ufkun ve ekseriya yeşil tepeciklerin çerçevelediği bu tabloda, tabiat bütün sanatkârlığını göstermiştir. Boğaz’a, Marmara’ya muhtelif istikametlere vapurlar, istimbotlar, motorlar akıyor. Yelken kayıkları süzülüyor, mavnalar, salapuryalar sürükleniyor. Erenköy, Suadiye, Bostancı, Maltepe ve Kartal sahillerinin tam karşısında sıralanan adalar; çamlardan mantoları içinde haris ve mağrur kadınlar gibi… Şu yanda Üsküdar; büyük bir kısmını kaplayan Karaca Ahmet Mezarlığı’nın adedi on binlerle sayılan servileri gibi mağmûm (gamlı) … Karşıda çok katlı apartmanların, cesim binaların üst üste dizildiği semtler müteazzım (büyüklük taslar surette), beride, gemilerin sandalların, mavnaların ve sahillerinde ekseriyeti teşkil eden mukassi (kasvet verici) ve harap evlerin akisleriyle harelenen Haliç’in suları mütevazı… Ta uzakta dindar Eyüp; türbeler, ağaçlar, kırlar ve camiler arasında mütevekkil…
Kulenin pencereleri bütün bu semtlerin üzerine açılmıştır, bu pencerelerden İstanbul’un üzerine çevrilen bir çift göz var ki, şehrin sakinleri kendileri ile bu kadar sıkı ve daimî alakadar olan bu nazarlara bigânedir. Bu göz, kırk senedir geceli gündüzlü İstanbul’un üzerinden ayrılmadı ve şehrin gayr-i muayyen bir noktasından çıkacak bir kıvılcım, bir duman ve bir alev aradı.
Kule bekçisi Mehmet Ağa, kulenin sancak katında yüzümüze çarpan şiddetli rüzgârın altında bana bunu söylüyor:
– Kırk sene bu… Dile kolay…
Ve ilave ediyor:
Şimdi nöbet katına inmeli, sıra benim.
“Yangın Üsküdar’da olursa iki tarafa birer, Beyoğlu’nda ise bir yana iki bir yana bir, İstanbul’da çıkarsa iki tarafta ikişer sepet asarız. Yangın gece olursa Üsküdar tarafı için iki yeşil, Beyoğlu’nda ise iki beyaz İstanbul’da zuhur etmişse iki kırmızı lamba yakarız. Bu usul çok eski… Ben kuleye yeni geldiğim zamanlarda vardı.”
“Yangın görürüz, haber veririz, itfaiye gider, itfaiye varmadan evvel komşular veyahut evin içindekiler ateşi söndürür, itfaiye de yangın bulamaz. Evlerinde ateş çıkanlar da işi gizler, polis tahkikatı filan uzamasın diye… Haydi kabak bizim başımıza patlar. Tekdir işitiriz. Daha evvelki akşam Bakırköyü’nde Osmaniye Mahallesi’nde yangın haber verdik. İtfaiye gitti. İnkâr etmişler, “Kireç ocağıdır, dumanını kule bekçisi yangın sanmış”, demişler. Ben 40 yıldır gözcülük ediyorum, kireç ocağından hiçbir zaman böyle ateş çıkmaz. Velhasıl kabahat bize yüklendi.”
Mehmet Ağa’dan, biraz da gördüğü yangınlardan bahsetmesini istedim.
– Hangi birini söyleyeyim? dedi. Gün olmuş ki, şehrin büyük bir kısmı alevler arasında erimiş. Yangınlar olmuş ki… Mahalleler birer talaş yığını gibi, göz açıp kapayıncaya kadar silip süpürülmüş. Ma’mûrelerden (yerleşim yerlerinden) birkaç saat içinde ancak bir taş yığını kalmış. Yangın olmuş ki… Alevler gün yüzüne vurmuş, bulutları kızıllaştırmış ve bütün şehrin üstüne korkunç bir kızıllık kanat germiş…
Şüphesiz ki Mehmet Ağa, şimdi bütün şehre, apartmanlara, köşklere, vapurlara, ticarethanelere, evlere ayrı ayrı -fakat haset ve ihtirasla değil- 40 senedir baktığı gibi, bakıyor: İstanbul’un gayr-i muayyen bir noktasından çıkacak bir kıvılcım, yükselecek bir duman, fışkıracak bir alev arıyor. İhtiyar kule bekçisinin etrafı mihnet ve elemle kırışmış gözleri, baktığım pencereden görünmüyor; fakat ben onun temiz ve hayr-hah (iyiliksever) bakışlarını üzerimde hissediyorum.
Kaynak: İst Dergi
Bu içeriğe benzer daha birçok içeriğe ulaşabilmek için İst Dergi’yi takip edebilirsiniz: https://www.istdergi.com/